“Pastırma yazı” denilen günler. Pastırmalar kurumuş olsa bile uzadıkça uzamakta. Mart bile çıkıyor olsa da havalar akranlarının epey üstünde. Gözlem sonuçları da böyle.
Arada bir yağmur yağsa, gök gürlese de güneş gülümsemesini ve sırtımızı ısıtmasını beceriyor. Ancak yapraklarını kuruyup sararması ve bir rüzgarın peşinden sürüklenmesi her şeye rağmen yaşanır durumda. Hazanla hüzün karışımı rüzgarlar çiçeklere rağmen insanı yalnızlığa sürüklemekte hayli başarılı. O günler şimdilerde uzakta kaldı.
Gece yağmura ve gök gürültülerine rağmen bu sabah pırıl pırıl ve masvavi bir gökyüzü. Güneş yine sırtımızda.
Bu son sıcaklara “patlıcan sıcakları” da deniyordu sanki. Son zamanlarda bu yakıştırmayı pek duymaz oldum. Sokak ağzı bu konuda ne der, bilmiyorum.Jargoncu da böyle söyleyebilse ne güzel demeyi düşlüyorum.
Güya patlıcan sergilere ya da pazara düşünce, kafayı üşütenlerin rahatsızlıkları daha çok artarmış.
Bilirsiniz eskiden her köyün, her mahallenin bir delisi vardı. Çocukken böyle aşırıya kaçan anormal davranışlarıyla dikkati çeken biri için bir normale sormuştum. “Patlıcan çıktı ya!… ya da patlıcan sıcakları başladı ya!... keçileri iyice kaçırmış!” dedi. Şaşırmıştım. Çünkü o kişi çoban değildi ve keçileri de yoktu.
Çocuk aklı işte…
Bazen yaşam, gerçek değilmiş gibi geliyor bana. Peki, ya neymiş diye sorarım kendime. Ve en güzel özetlemesi aklıma yatardı. “Bir varmış, bir yokmuş!...” Yani masal, yani boş, yani akıl sır ermez bir kavram.
Derinlemesine düşünürsek çıplak gerçeğin bu olduğunu içimize sindirmesek bile, benimseriz.
Milyarlarca canlı gelmiş, gitmiş. Şimdi nerdeler. Bence en gerçekçi yanıt geldikleri yere döndüler. Yani hiçbir yerdeler. Yalnızca ve tek gerçek yoklar, hem de sonsuza değin. Hurafeciler , yobazlar beyni sulananlar ne denli safsata uydursalar da hepsi nafile, hem de file file…
Dünya’da, aklımın ermediği bir canlı. Diğer gezegenler ve yıldızlar öyle. Uzay denen uçsuz bucaksız boşluk gerçek bile olsa akıl sır erecek gibi değil. Ve neden var? Nasıl bir varoluş bu.
Sonra… sonra ne işimiz vardı dünyada. Neden geldik? Nereye gideceğiz. Gelmeseydik olmaz mıydı? Şeytana ve tüm kötülüklere güç yetmiyor da onun için mi var oldukları savarlı. Yani zararlı mikroplar şeytan, yararlılar melek gibi düşünülse daha akılcı olmaz mı? Bir de “Cahiliye dönemi” Varmış. Yani o dönemde inançlar yok muydu?
Behçet Necatigil iki parantezin içine sığdırmıştı koca ömrü. C. Sıtkı Tarancı yaşamanın cazibesini şu dize de özetlemişti :…Her mihnetin kabulüm/Yeter ki gün eksilmesin penceremden..”
Yani yaşamak az da, çok da olsa her şeyden daha tatlı , önemli ve güzel.
Bir de şöyle düşünelim: Canlılar(insanlar) ölümsüz olsaydı nasıl bir dünya olurdu? Baraja çok su gelince ne yapar? Taşar Canlılar da öyle gibi olurdu. Ya da dünya taşardı da denilebilir. Bu da sanırım dünyanın sonu olurdu.
Bu denli derin düşünmeye gerek var mı? O da ayrı bir konu. Ancak bir çok insanın aklından geçer, bunlar. İçten içe, sessizce. Uykular bile kaçabilir. Yine bizden önceki kuşakların dillendirdiği şu dörtlüğü unutamıyorum:
“Ayağını sıcak tut/Başını serin/ Bir iş bul kendine/Düşünme derin”
Davranış bilimleri de bu konuya değinir. “Hobisi(meşguliyeti) olmayanın fobisi(asılsız korkuları) olur.
Ve son söz: Düşün düşün çoktur işin!..”
SONSUZCA
Durulanır
Değişik sularda aynı ten
Göz göz olur güncelerim
Son yangından
Uygun adım
Ve sınır sevda dönerken
Baktım bahçemde solmuştu güllerim
Evinizin önünden geçerken
Sallanır
Sevdanın kök-gövdesi-su
Açar solar utancım renklerinden
Kelebekli beneklerdi gamzelerin
Susuza dönük, ucu ateş göklerde
Kırmızıyı yazar çizer ufkuma
Sonsuzca kanar düşlerim
N.T