(“Ah! Bilginler, Bilginler!”)
Toplumların tarihinde sıkça karşı karşıya gelen iki farklı insan tipinden söz etmek istiyorum: Aydınlar ve askerler.
Biri sivil yaşamın içinde, düşünceyle ve sorgulamayla var olurken; diğeri üniformasıyla, disiplinle ve görev bilinciyle hareket eder.
Aydın, çoğu zaman var olan sınırları sorgulayan ve onları aşmaya çalışan kişidir. Asker ise mevcut düzeni, yasalar çerçevesinde korumakla yükümlüdür. Aydın için barış, düşünce ve üretim alanıdır; asker içinse barış, görevini yerine getirdiği bir düzenin sonucudur.
Biri ilhamla, merakla ve hayalle beslenir; diğeri eğitim, hiyerarşi ve emir–komuta zinciriyle.
Aydın; zamanını okuyarak, yazarak, çizerek, araştırarak ve düşünerek geçirir. Sanattan bilime, felsefeden mimarlığa kadar geniş bir alanda üretir. Asker ise sahada, eğitimde ve gerektiğinde çatışma ortamlarında bulunur.
Bu iki alanın doğası gereği birbirinden farklı olması son derece doğaldır.
Aydın için meslek, aydınlanmak ve aydınlatmaktır. Asker içinse meslek, tanımı net çizilmiş bir görevin yerine getirilmesidir. Aydın, çoğu zaman makam ve kariyer kaygısından uzaktır; askerî yapı ise doğası gereği rütbe, disiplin ve düzen üzerine kuruludur.
Biri demokratik tartışmayı önemserken; diğeri merkezi ve katı bir disiplin anlayışıyla hareket eder.
Aydınlar; sanat, estetik, edebiyat, bilim ve düşünce dünyasıyla ilgilenir. Askerî alan ise daha çok savunma stratejileri, güvenlik ve doktrinler üzerine yoğunlaşır. Biri mevcutla yetinmez, geliştirir ve dönüştürür; diğeri ise mevcut olanı korumayı görev bilir.
Her ne kadar bakış açıları farklı olsa da bu iki kesim tarih boyunca bir arada var olmak zorunda kalmıştır. Düzen ve güvenlik askerî yapı ile sağlanırken; özgürlük, demokrasi ve ilerleme çoğu zaman aydınların düşünceleriyle mümkün olmuştur. Nitekim zor zamanlarda askerî yapıların, aydınların yaratıcılığına ve fikirlerine ihtiyaç duyduğu da tarihsel bir gerçektir.
Alan Turing örneği bu durumu açıkça göstermektedir. İkinci Dünya Savaşı’nda Alman şifrelerinin çözülmesinde oynadığı rol, düşüncenin ve bilimin savaşın seyrini nasıl değiştirebildiğini ortaya koymuştur.
Aydınlar, liderlere ve sembollere mesafeli durabilirken; askerî yapı bu unsurlara daha fazla önem verir. Aydın, insanlığa ve doğaya hümanist bir perspektifle yaklaşır. Askerî yapı ise görev tanımı gereği bu kavramlarla dolaylı bir ilişki kurar. Tarihte, askerî gücün siyasete doğrudan müdahil olduğu dönemlerin toplumlar açısından ağır sonuçlar doğurduğu da bilinmektedir.
Cehalet, aydının en büyük düşmanıdır. Aydın, aklını ve vicdanını hiçbir gücün emrine vermemeye çalışır. Katı ideolojilere sorgusuz bağlılık gösteren, liderleri eleştiriden muaf tutan ve düşüncesini bu doğrultuda şekillendiren kişiler ise “aydın” sıfatını taşımaktan çok, ideolojilerin sivil uzantıları hâline gelir.
Bu duruma itiraz eden, bağımsız düşünen aydınların tarih boyunca baskı gördüğü de bilinen bir gerçektir. Farklı coğrafyalarda ve dönemlerde bunun çok sayıda örneği yaşanmıştır.
Askerî yapı çoğu zaman siyasetle iç içe olurken, aydınlar siyasetin kendisinden çok; özgürlükleri, hukuku ve demokrasiyi savunmayı görev edinir.
Liste uzatılabilir; ancak tablo açıktır. Farklılıklarına rağmen bu iki kesim, hayatın gerçekliği içinde birlikte var olmuştur ve olmaya devam edecektir.
Bu düşünceler, Alexandre Dumas’nın Siyah Lale romanını okurken zihnimde daha da belirginleşti. Romanda geçen ve bir aydın mahkûma cezaevi yetkilisinin söylediği şu sözler oldukça çarpıcıdır:
“Ah! Bilginler, bilginler! Bir bilgin yerine on askerle uğraşmayı tercih ederdim…”
Bu satırlar, yöneticilerin ve iktidarların neden aydınlardan çekindiğini edebi bir dille anlatır. Aydın, sorgular; asker ise emri uygular. Bu fark, tarih boyunca iktidarların aydınlara karşı temkinli yaklaşmasının da temel nedenidir.
Elbette bu yazıda yapılan değerlendirmeler geneldir ve kişisel düşüncelerimi yansıtmaktadır. Askerler arasında son derece değerli, yaratıcı insanlar olduğu gibi; aydın geçinen ama düşüncesini çıkar için kullanan kişiler de olabilir. Okuyucunun bu değerlendirmelere katılıp katılmaması tamamen kendi takdiridir.
Ancak şu gerçeği unutmamak gerekir:
Aydınları susturulan, düşünce üretimi baskı altına alınan bir toplum, gerçek anlamda demokratik ve özgür olamaz.
Toplumların gücünü ve saygınlığını belirleyen şey yalnızca askerî güç değil; aydınların ürettiği düşünceler, savunulan demokrasi ve özgürlük anlayışıdır.
