Sendikalar, işçi ve meslek kuruluş temsilcilerimiz bağlı bulundukları kuruluşlarında çalışanların haklarını korumakla mükelleftirler. O makamlarda oturmalarının sebebi de budur.

Özel ve resmi kurumlardaki sendikacılar yasalar çerçevesinde  üyesi oldukları kişilerin haklarını korur ve bunu kamuoyuna duyururlar. Bu hizmetleri karşılığında da ücret alırlar.Bu hizmetin bir de külfeti olmalıdır. Zira bugüne kadar hep böyle olmuştur.

Ne yazık ki sendikacılarımızın son yıllarda sesi soluğu çıkmaz hale geldi. Denilebilir ki,  hiçbir sorunları yok neden sesleri çıksın?

Aslında öyle değil.

Sendikalı çalışanlarla konuştuğumuzda bazı haklarında kısıtlama olduğunu öğreniyorum. Sendikacılar bu sorunlara yeterince eğilmiyorlar.

Şöyle bir arşivi karıştırdım aylardır sendikalarımızın kamuoyuna duyurdukları bir sorunu yok, Koltuklarına yapışmışlar adeta ülkedeki ekonomik gelişmeleri sıkıntıları oturdukları yerden  izliyor. Ekonomik zorluklar, hayat pahalılığı çalışanları çok zor durumda bırakıyor, işçi çıkarılması gündemde. Çalışanlar geleceklerinden  endişe duyuyor.

Sendikalar toplu sözleşmelerde verilenlerle yetiniyorlar. Sosyal haklar ücretler budanıyor, tüm bunlar sendikacılarımızı ilgilendirmiyor mu?

Dünyanın hiç bir demokratik ülkesinde bizde olduğu gibi ekonomik konulara duyarsız sendikalar var mı bilmem.

Bu arada yapacakları duyurularda yasalarla sınırlı kalmaları gerekir.Yasaları zorlamak, sınırları aşmak çalışan kesimlere yarar yerine zarar getirir.

Etkinliği az olan, bir yaptırım gücü olmayan emekli sendikalarının da  yapacakları işler sınırlı. Onlar ne kadar sosyal medyada seslerini duyurmak isteseler de etkisi fazla olmuyor.

Önemli olan çalışan kesimlerin emeklilerden çok sorunlarını yüksek sesle duyurmaları. Onun için  bu kesimleri temsil eden sendikacılarımıza bir kez daha sesleniyorum.” Var mısınız,Yok musunuz.?

BİLGİ SAHİBİ OLMADAN FİKİR SAHİBİ OLUNMUYOR

Evinin önünde uğradığı suikasta kurban giden rahmetli gazeteci Uğur Mumcu’nun sık sık kullandığı bir sözü vardı. “Bilgi sahibi olmadan, fikir sahibi olunmaz.” derdi.

Bu söz günümüz için çok daha önemli olduğunu görüyoruz.

Bakıyoruz çoğu kez halkımız işin kolayına seçerek olayları, kendileri ile ilgili sorunları araştırma yerine onların sözcülüğünü yapan siyasilerin fikirlerini doğru olarak kabul ediyor.

İnsanlarımız doğruların yanında yanlışların, yanlışların, yanında doğruların da olabileceğini düşünmüyor. Kısaca kendi aklınca olaylara yorum yapmıyor.

Özellikle olayları siyasi gözle tahlil edenler arasında bu çok yaygın.

Haber saati geldiğinde insanlarımız kendi anlayışına uygun yayın yapan TV kanallarını açıp siyasi önderlerin konuşmalarını can kulağı ile dinliyor.

Söylenenleri tümünü doğru olarak kabul ediyor.

Onlar için önderleri bir fikri ortaya atıyorsa mutlak doğru olarak kabul ediliyor.

Zamanla bu fikrin yanlış olduğu anlaşılmış olsa da o an için doğruluğuna inanılıyor.

Toplumun bu zaafını bilen siyasiler aslında doğru olmayan olayları topluma doğru gibi lanse etmeyi beceriyor. Kendilerine inanılacağını bildikleri ve milletin balık hafızalı, söyleneni bir süre sonra unutacağını sanarak doğrulukla ilgisi olmayan fikirleri halka duyuruyor.

Toplumumuzda birinin doğru kabul ettiğini diğeri tamamen aksini savunuyor. Bunu yakıştırma suçlarla halka duyuruyor. Kendi görüşünden aksini iddia edenlere suç hazır. Onlar şu örgüte hizmet ediyor diye sorunla ilgisi olmayan suçlamalar yakıştırılıyor.

Toplumda bu anlayışın gerçekleşmesi gelecek açısından çok tehlikeli olabilecek durumdur.

 Biz bunun ilk kez Demokrat Parti’nin iktidarının son yıllarında gördük.

O zaman da bir “ Vatan Cephesi”  konusu çıkmıştı.  O dönemi yaşayanlar bilirler. O  yıllarda  televizyonlar yok. Haber saati geldiğinden insanlar radyo başına geçip. Vatan cephesine intikal edenler haberini dinliyordu.

Toplum vatan cephesi yanlıları ve karşıtları olarak ikiye bölünmüştü. Köylerde dahi cepheleşme sonucu kahveleri ayrıydı.

Korkarım bu gidiş bana o günleri hatırlatıyor. Siyasilerin konuşmaları nedeniyle halk yine kamplara bölünmek isteniyor.

Temennimiz, halkımız siyasilerin bu alicengiz oyununa  gelmez. Arasındaki birlik ve beraberliği muhafaza eder. Eğer onların oyununa gelirse bunun ceremesi yine halkımıza çıkar.

FIKRA       

DÖRT DİL BİLEN ADAM

Dursun ile Temel İstanbul Sultanahmet Meydanı’nda gezindikleri sırada  bir yabancı turist gelip  kendilerine İngilizce olarak bir adres sorar.  Temel ve Dursun turistin ne dediğini anlamazlar. Turist bu kez sorusunu Almanca sorar ardından Fransızca, İtalyanca olarak tekrarlar Bizimkiler turistin ne dediğini anlamazlar

Temel canı sıkılar arkadaşı Dursun’a  “ Ulu Dursun bir yabancı dil öğrenemedik gitti” der

 Dursun “ Ula neye yarayacak ki,  baksana adam dört dil biliyi  yine derdini anlatamıyı”” der .

BUNLARI BİLİYON MUSUNUZ?

DARÜŞŞİFADAN HASTANELERE

 Tarihimizde ilk Darüşşifa 1. Beyazıt tarafından 1399 yılında  Bursa’da yaptırıldı.

 Darüşşifalar, hastalarını iyileştirildiği sağlık kuruluşlarıydı. Bu kurumlarda tıp öğrenimi de yapılırdı.

Bulaşıcı hastalıklar, akıl hastaları ve kadınlar için ayrı bölümler vardı. İlk Osmanlı Darüşşifası olan “ Bursa Darüşşifası”, on iki odalıydı. Bir baştabip,2, eczacı hastalara ilaç veren, 2 şerbetçi, aşçı, ekmekçi ve hademe, darüşşifada görevliydi.

1-Beyazıt Bursa Darüşşifası için mısır Memluk Sultanı Melüküzzhir  Berkuk’tan usta bir hekim istemişti O da Şemsettin  Sagir  adındaki hekimi yollamıştı.

***************************************************

ÖZLÜ SÖZ

Akıllı insanlar istedikleri şeyi öğrenirler, aklı kıt olanlarsa başkalarının gerekli gördükleri şeyleri öğrenirler.

SADİ

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.